'Tiyatro bir kartopudur. İçinde taş da var, kar da'
Kitlelerce tanınması 'Yabancı Damat' dizisiyle oldu. Şu ara her perşembe 22.30'da Star TV'de yayımlanan'Ağır Roman Yeni Dünya'da Tina olarak izlediğimiz Sumru Yavrucuk Devlet Tiyatrosu'ndaki 30'uncu yılını kutlamak üzere... "Tiyatro şans işidir" diyen Yavrucuk'la birlikteydik...
Daha ufacıkken karar vermiş ‘hikâyeci’ olmaya Sumru Yavrucuk. Hepimizin her gün farklı bir mesleğe karar verdiği yıllarda, ne istediğine çoktan eminmiş: Tiyatrocu olacak! Bu günlerde, Devlet Tiyatrosu’ndaki 30’uncu yılını kutlamak için gün sayan oyuncuyu bir kısmımız ‘Yabancı Damat’ dizisiyle tanımış olsak da bu hatayı telafi etmek mümkün: Sumru Yavrucuk, aralık itibariyle Kumbaracı50’de, Ebru Nihan Celkan’ın yazdığı ve bizzat kendisinin yönettiği ‘Kimsenin Ölmediği Bir Günün Ertesiydi’ adlı oyunda bir transseksüelin bir gününü canlandıracak. Bu günlerde ayrıca ‘Ağır Roman Yeni Dünya’nın işveli Tina’sı olarak izlediğimiz Yavrucuk’la konuşacak çok şeyimiz vardı, elbette tiyatro ağır bastı…
Şöyle bir düşünün, bugüne kadar hayatınızdaki en baskın öğe neydi sizce?
Çok küçük yaşta kendi seçtiğim bir meslek olması nedeniyle oyunculuk... Küçüklüğümde annemin anlattığı masallar hep bir biçim kazanırdı beynime, o masalları gündüz oynardım. Kendime bir dünya yaratırdım. Yalnız bir çocuk olarak büyüdüm ve bu hayal dünyası beni çok besledi. Orta okulda konservatuvar sınavına girerek kendimi ifade edeceğim alanı keşfettim. O zaman hayatımın çok mutlu bir dönemi başladı. Sırt çantası omzumda, seyyar bir insandım mesleğimi bulana kadar...
Hepimiz çocukken tiyatro yapıyoruz, büyüyünce bazılarımız bırakıyor. Daha önce hiç düşünmemiştim bunu.
Tabii ki, tiyatro aslında oyun ve taklittir. Bütün çocuklar kadın-erkek diye ayırmaksızın kendi kendine tiyatro yapar; hayatı tarifler. Düşünsenize kendileri ilk senaryolarını yazıyor, kurgularını yapıyorlar. Yeri geliyor annemiz, babamız oluyor çocuğumuzu paylıyoruz, yeri geliyor bütün o öğrendiğimiz bilgileri realize etmeye başlıyoruz. Elbette bu, birikimimizle ilgili...
Tiyatrocu olmaya karar verdiniz ama “Acaba?”nız olmadı mı hiç?
Hiç olmadı. Ortasondayken arkadaşlarımla bir tiyatro oyunu hazırladık. O oyunu oynayıp alkış aldım ve o bana çok iyi geldi. Tiyatroda, daha doğrusu sanatta kendimi daha iyi ifade edebileceğimi düşündüm. O dönemde hep şarkıcı, oyuncu taklitleri yapıyordum, aile içinde, çevrede seyircilerim oluştu, repertuvarımda onlarca insan vardı. Mutluydum. Konservatuvara girdiğim an zaten dünyanın en mutlu insanı oldum ki çok zor girdim. Sınava girdim, Yıldız Kenter ’e taklitler yaptım, faciaydı. Sonra şan bölümüne girdim, daha sonra da işte... Su yolunu bulur.
Beş yıllık okulu üç yılda bitirmişsiniz. Nasıl oluyor bu?
Sınıf atladım özel statü öğrencisi olarak. Sınıf atlamak çok zor bir şey yükledi bana, profesyonel hayata geçeceğim zaman bir savaşçı olmam gerektiğini biliyordum artık. Konservatuvar bitti ve işitme engelliler için çalıştınız 10 yıl...
Ankara ’dan mezun olduktan sonra görev yerimin İstanbul olduğu belli oldu. Roller oynuyordum ama bunlar bana yeterli gelmiyordu. O sırada Devlet Tiyatrosu’nda, ‘İşitme engellileri çalıştıracak bir hoca aranıyor’ diye bir ilan gördüm. Başvurdum, bu kadar zengin bir dünyayla karşılaşacağımı bilmiyordum. Sadece rehabilitasyon için başlayan çalışmalardı ama bir baktım bir drama çıkarıyoruz. Fakat bugüne kadar işitme engellilere ait bir metin yazılmış değil, bir tek Afif Yesari’nin ‘Düşünce Tiyatrosu’ adlı altında bir- iki eseri var. Bu sefer Türk tiyatrosunun belli başlı eserlerini nasıl işitme engellilere adapte edebilirim diye düşünmeye başladım. Bir insanın devinimle, ritimle, dansla, müzikle ama işaret dili olan gestuno’yu kullanmadan yani hedef olarak bütün seyircilerin anlayabileceği bir dili oluşturduğu bir tiyatro estetiğini oluşturmak istedim. Çok güzel bir bulmacaydı. Düşünsene, sözcüklerimiz bu kadar her şeyin önünde olmasaydı insanlar birbirini daha az kandırabilirdi. “Ben seni seviyorum” derken öyle bir hareket yaparım ki bunun tam aksini ifade eder ve bu izleyen için büyük zevktir.
Ocak ayında Devlet Tiyatroları’ndaki 30’uncu yılınıza gireceksiniz…
Evet, güzel bir 30 yıldı çünkü tiyatro şans işidir.
Nasıl yani?
Bir anda bir çatışma olur ve yıldızınız parlar. Önemli olan da o yıldızınız parladığı anda kendinizi yeterli derecede biriktirebilmiş olmanızdır.
Bir örnek verseniz…
Bir oyunda figüranlık yapıyordum, tek repliğim vardı. Üç perdelik bir oyundu bu ve maalesef ikinci ve üçüncü perdenin başında söylüyordum bu repliği. Bir gün oyun sırasında aniden başroldeki kadın oyuncu hastalandı ve ben onun rolünü oynadım.
Ezberiniz var mıydı ki?
O gece tekstle oynadım, ertesi gün ezber oynadım. Rolüm küçük diye sadece o görevi yapmak için orada değildim. Evet, rolüm küçüktü ama kuliste sürekli dinleyerek, izleyerek oyuna tamamen hazır hale getirmiştim kendimi. Tonlama problemim yoktu, başrolü başka biri oynuyor olmasına rağmen olaya hâkimdim... Çıkıp oynayabildim. Ama buna hazırlıklı olmasaydım bu şansı değerlendirememiş olacaktım. Böyle böyle şanslarım oldu… İkinci oyunumda bir balerin ayağını kırdı ve turneye gidilmesi gerekiyordu. Hemen hazırlandım ve o küçük balerin kızı oynamak üzere turneye çıktım. Hatta ilk oyunumuzu Edirne’de oynayacaktık, Edirne sınırına girerken ikinci perdeyi ezberliyordum. Çıktık ve oynadık. Genelde joker olarak değerlendirildim. Hele konservatuvara ilk girdiğim yıl bir başrol oynadıktan sonra hep çok küçük küçük roller geldi. İçimde isyan vardı ama… Eğer ben bir günde ya da iki günde bir role hazırlanabiliyorsam niye bana asal olarak bir rol verilmiyor diye isyan ediyordum.
Peki, bu sizi tiyatroya küstürmedi mi hiç?
Ben arsız bir oyuncuyum, küsmem. O zaman tiyatroya, profesyonel hayata adım attığım gün mesleği bitirmem gerekiyordu çünkü ‘Gılgamış Destanı’ oynuyorduk, ben en son perdede söyleyeceğim repliği ilk başta söyledim ve hayat durdu!
Çok mu heyecanlanmıştınız?
Bana “Yıldız Kenter oyunu seyrediyor” dediler, o an gittim! Aslında o an bütün uzuvlarımı bir araya getirip sahneye çıkmam bile mucizeydi.
Son repliğinizi en başta söylediğinizde ne oldu sahnede?
Karşımdaki oyuncunun yani Gılgamış’ın on yaş yaşlandığını gördüm o an. Bakışlarıyla “Sen ne yaptın şaşkın?” dedi. Ondan sonra biraz toparladım ki klasik oyunlarda toparlamak güçtür aslında. O bir cümle söyledi, ben oradan yakaladım, dirildik... Oyundan sonra bütün gece ağladım ama... Küsseydim, benim sonum olurdu o oyun. Ama tiyatro böyle acıları yaşatırken bir yandan da insana o kadar güzel şeyler sunar ki. Sizi sürekli ayakta tutan ve bu macerada, bu hayatta yol almanızı sağlayan bir güç haline dönüşür. Bir kartopu düşünün, gittikte çoğalıyor, içinde taş da var, kar da var, hepsi bir yumak oluyor.
‘ Kentsel dönüşüm adı altında rant savaşına girildi’
‘Ağır Roman Yeni Dünya’da da Tina’yı oynuyorsunuz.
Bu projede en çok heyecanlandıran, ekranda bambaşka bir tipi canlandırıyor olmak. Çünkü televizyon handikapları olan bir şey: Her yıl çıkıyorum ve izleyicinin benden bıkma ihtimali yükseliyor. Üç yıl ‘Yabancı Damat’, iki yıl da ‘Fatmagül’ün Suçu Ne?’de oynadım, “Öyle bir şey yapayım ki beni ilk kez görüyormuş gibi olsunlar” dedim ve oldu galiba.
Kentsel dönüşüme de epey atıf var dizide. Salih Junior, Tina’ya soruyor: “Bu dozer ne?”
Hakikaten o dozer ne! Orada bir dert var; emperyalizmle bir savaş anlatılacak. Kentsel dönüşüm adıyla bir rant savaşına girildi ve yüksek sesle bazı mecralarda dillendiriliyor oldu bu. Buna tepki duyuyor insanlar, tepki duyuyoruz. Her şeye pembe gözlüklerle bakıyoruz, bakmamamız lazım. ‘Ağır Roman’ bu gözlüğü çıkarıp altındaki gerçeği sorgulaması açısından iyi bir proje.
Çekimler nerede yapılıyor?
Balat’ta yapıyoruz ki mahalle ruhu kalmış orada. Her binanın bir ruhu var ama biz yokmuş gibi davranıyoruz. Emek Sineması kapatılıyor, ben o binanın ruhuna âşığım! İstanbul’da ilk filmimi o sinemada izlemiştim. İlk sahneye çıktığım AKM kapalı. Taksim Sahnesi’nde oynamıştım ama şu an öyle bir sahne yok. Çok yakın bir tarihten bahsediyoruz ve bunu düşününce kendimin tarih olduğumu görüyorum. Hiçbir şeyin ruhunu bırakmıyoruz, her şeyin içini boşaltıyoruz. Bu AVM’lerden çok sıkıldım, gerçek bir tiyatro sahnesinde oynamak istiyorum!
Bir transseksüelin bir gününü oynayacak
Kumbaracı50’de Altıdan Sonra Yapım’ın ‘6 Üstü Oyun’ projesi kapsamında Ebru N. Celkan’ın yazdığı oyuna hazırlanıyorsunuz: ‘Kimsenin Ölmediği Bir Günün Ertesiydi…’
Evet, becerebilirsem, çok lezzet verecek size. 45 yaşında Umut adında bir transseksüelin bir günlük hayatını oynayacağım. Çalıştığım en zor karakterlerden biri bu.
Transseksüeller hep zor zamanlar geçiriyor ülkemizde…
Sapkın, kötü, böcek gibi gösteriliyorlar. Peki, nasıl oluyor da günde en az üç transseksüel öldürülüyor? O toplumun dayatması, o faşizan tavır, o kendi dışında olanları tamamen baskı altına almaya çalışma, kendinden olmaya zorlama hali, bu kurbanları yaratıyor... İnsan, ruhunda eğer bir kadın barındırıyorsa bunu hiçbir şekilde ifade edemiyor. Meslek olarak yapabileceği tek şey, bedenini satmak. Ne kadar acı... Ailelerinden ayrılmak zorunda kalıyorlar. Halbuki senin, benim kadar anneye onların da ihtiyacı var. Bugün insanlar içlerinde neyi hissediyorsa onu yaşayabilsin; kadınım diyorlarsa doğrudur, erkeğim diyorlarsa doğrudur. İnsanların insanları baskı altında tutmadan, şiddet uygulamadan, onların kendi hayatlarını düşledikleri şekilde var etmek,- en azından bunun önünü açmak zorundayız.
Radikal